30 Mayıs 2020 Cumartesi

Unutmamak



zonguldak şantiyesinde tanıdığım bi kalfa vardı, ismi mustafa. güleryüzlü, basit bir adamdı. her sabah herkesten yarım saat önce şantiyeye gelip çayı demler, sahada bi tur atar, üzerine revizyon gelen hükümsüz projeleri veya gazete kağıtlarını masaya serip kahvaltı sofrasını hazırlar, sonra beni beklerdi. ben bazı sabah sekizde, bazı sabah sekiz buçukta gelirdim işe. ben gelmeden kahvaltıya başlamazdı. oturup kahvaltılığı yerken üç beş laflar, o günkü işleri programlardık. hiç itiraz ettiğini, hiçbir işi yokuşa sürdüğünü, yalan konuştuğunu duymadım. ne işçileri bana karşı korurdu ne de beni işçilere karşı. çok düz, çok basit bir adamdı.

bir akşam paydostan sonra ofise geldi, hakediş hazırlıyordum. "şef, hadi gel bi bardak çay içelim" dedi. normalde böyle şeyler olmadığından refleksle "hayırdır ya kötü bi şey mi oldu canın mı sıkkın senin?" diye sordum. "yoo, öyle sıkıldım biraz" dedi.

zonguldak' ta bilen bilir, çok güzel çay bahçeleri vardır. alabildiğine deniz manzaralı, ferah, yüksek yerler. insanın gerçekten hem içi açılır hem de o devasa karadeniz görüntüsü karşısında biraz garip hissedersin. bu çay bahçelerinden birine oturduk, o çay söyledi ben kahve. "yauv sen de hep kayfe içiyosun, çarpıntı yapmayor mu?" dedi, kafasını diğer tarafa dönerek güldü. huyu böyleydi, şaka yollu takıldığında gülerken başka tarafa dönerdi. "çay sevmiyorum ya, alışınca zaten çarpıntı falan da yapmıyor" dedim ben de güldüm.

biraz böyle uzağa baktı, insanın canı öyle bi manzara karşısında ya hiç konuşmak istemez ya da konuşmaya başladığında artık hiç lafını kontrol etmeyeceğini bilirsin. biraz öyle sanırım konuşacaklarını kafasında toparladıktan sonra başladı anlatmaya.

on beş yaşındaymış, sevdiği kızı ne kadar istediyse de vermemişler. araya aracılar göndermiş, babasının karşısına bizzat kendisi gitmiş dikilmiş, abileriyle konuşmuş. olmamış. ne yaptıysa para etmemiş. askere gitmeden önce kızı başkasına vermişler, mustafa' dan daha zengin birine. mustafa askere gitmiş, tezkereyi aldığı gibi nizamiye kapısından çıkar çıkmaz inşaat işlerinde çalışan bi köylüsünü aramış. mersin' de bir şantiyedeymiş o sıralar köylüsü, mersin otobüsüne bilet almış mustafa. dönmemiş bir daha köye. ne bir ev ne bir yurt, şantiyelerden başka mekanı yok.

"kaç yaşındasın?" diye sordum, "kırk iki yaşındayım şefim" dedi. düşünmesi bile ürkütüyor beni, yirmi yedi yıl. koskoca yirmi yedi yıl. dipsiz bir boşlukta geçmiş, karanlıkta yaşanmış bir insan ömrü. "o kızı bir allahın günü olsun unutamadım yau şef, nerden bulduysa adresimi bulmuş bir tane fotoğrafını göndermiş her akşam bakar dururum" dedi. "ne zaman bu kadar yıl geçti ben hiç anlamadım, işten başka şu hayatımda hiçbi şey bilmedim, öyle yaşadık gitti işte boşu boşuna biz de"

akşam saat altıydı çay bahçesine oturduğumuzda, saat dokuz buçuğa kadar anlattı mustafa. "eh, hadi yeter bu kadar kafanı şişirdim senin de" dedi, güldü, kafasını diğer tarafa çevirdi.

ertesi sabah uyanmış, herkesten yarım saat önce şantiyeye gelip çayı demlemiş, sahada bi tur atmış, üzerine revizyon gelen hükümsüz projeleri masaya serip kahvaltı sofrasını hazırlamış, sonra beni beklemiş. yüzüne baktım, o dün akşam bana hikayesini anlatan adamdan en ufak bir eser yok. mustafa değil, mustafa usta duruyor karşımda.

size hikayeyi onun kelimeleriyle anlatmadım, bunu özellikle yapmadım. mustafa' ya haksızlık olur gibi geldi.

unutmamak deyince hep mustafa' nın o fotoğraftan gülümseyerek bahsedişi geliyor aklıma.

(Şubat 2015)

22 Mayıs 2018 Salı

yeşil

- ışıklar bir aynaya çarpıp gözümüze gelince ne deniyor onlara?
- yansıma.
- yeşil gözlerinden, suların dalgalanışı yansıyordu. aman ne güzel!

ilk sayfayı bitirince kağıdı havada salladı: mürekkep de biraz solarsa, tam bir eski eser olacak: yazılmış, çizilmiş, düzeltilmiş, yaşanmış, ıstırap çekilmiş, satırların içinde nefes alınmış. hayatın eskittiği bir eser.

sevgi üzüldü: bazı satırları, olduğu gibi çizmişsiniz.
- yeşil gözlerin yansımasına dayanamadım.
- bize okumayacak mısınız? diye sordu leyla hanım. yeşil gözlerden geriye kalanı göremeyecek miyiz?

tehlikeli oyunlar, sf. 193

..

göremeyeceğiz.


26 Nisan 2014 Cumartesi

aşk hikayesi

sanki yıllardır uyuşturucuyla yaşıyormuşsun da o an, o mükemmel saniye etkisi geçmiş gibi. insan parmak uçlarına kadar hissediyormuş kendini. 2003 model, 275000 kilometrede bir ford transit arabanın üzerinde istanbul yolunda buldum kendimi. bayağı bayağı yaşıyordum lan. oha ben canlıymışım. benim ayaklarım varmış. kulaklarım, hepsi tamam.

dilimin ucunda bir milyon şarkı, türkü var. ıslığımı hangisinin ezgisine uyduracağımı şaşırmışım. hepsini birden söylüyorum. bugüne kadar kim kime ne kadar aşık olduysa ben de üzerine bir beni ekledim sana aşık oldum, bütün şarkılar türküler sevenler sevilenler sevilmeyenler sevemeyenler söylenmiş sözler söylenmemişler ve söylenmeye utanılmışlar ama yine de içinde tutulamamışlarla hep birlikte sana geliyorum. pantolonumun paçalarında beton lekeleri var, tişörtüm güneşten solmuş, umurumda değil. umurumda olmasın istiyorum daha doğrusu. bir kere de palavradan değil harbiden de yansın dünya, odunu ben olayım.

o güne kadar da belki bin kişiye içim ısınmıştır illa, hiçbirinden de gizlemedim. niye gizleyeyim? karnemdeki zayıf not mu bu? vazo mu kırdım? yok. bu sefer gizliyorum. niye? bilmiyorum hiç bilmiyorum. sana gelmekten, senin yanına gelirken içimden geçen her saniyeyi sanki o saniyelere karşı galip gelmişim gibi bağıra bağıra saymaktan anlatamayacağım bir zevk alıyorum. beni sollayan arabalara sellektör yapıyorum keyfimden. "ne güzel solladın lan pezevenk" diyorum. solladıklarımın yanından asla onlardan çok daha hızlı geçmiyorum, ayıp olmasın. "bu hiç bitmesin" diyorum, içgüdüden sanırım. çünkü bana öyle bir bakıyorsun, gözümün hangi köşesinden yakalıyorsun bilmiyorum da işte hiçbir şey bitmez gibi geliyor o zaman bana. istanbul'da değil irlanda'da olsan o eski püskü ford transit kamyonetle sana yine gelirim. bin şarkı var torpido gözünde, beş dakika desen hepsi beş bin dakika yapar. beş bini böl altmışa, bölemezsin. bölemiyorsun. dakikaları, saniyeleri, haftaları birbirinden ayıramıyorsun. bütün zaman bir bardak su içer gibi geçiyor, suyu bölebiliyor musun? sen peygamber misin?

arabayı çok dik bir yokuşa bırakıyorum çünkü yanına yürüyene kadar nabzım normale dönmüyor. yanına da ağzını gülmekten kapatamayan bir hıyarağası gibi gelmek istemiyorum. biraz da ağırlığım olsun. "bu adam niye kan ter içinde gülüyor?" dersen, o sorular bir başlarsa bitmez kafanın içinde. saçımı sola doğru değil sağa doğru taradım. belki böyle daha çok seversin. senin için nasıl büyük riskler alıyorum. ne kumarlar oynuyorum.

yanına geliyorum. bütün dünyadan bir kaç saniye müsadesini rica ediyorum. müsade etmiyor. ısrar ediyorum. anlayış göstermeli, dünya da olsan hayvan herif seviyoruz burada görmüyor musun? ona doğru yürürken şu taksiciye korna çaldırmayıver, yanımdan geçenler beşiktaş'tan konuşup kulağımı kabartmayıversin, şu çingene kadın biraz daha temiz yüzlü olsun ve son olarak şu üçgen chp flamalarını hemen oradan kaldıralım. bugün canım siyaset istemiyor. memleket birgün benim içten isyanlarım olmadan da idare edebilir. bulunur bir devrimci. ben bugün izinliyim.

yanına geliyorum. kokun da beni özlemediyse ben bu dünyanın en şerefsiz insanıyım. o benden önce geliyor yanıma. kokun burnuma dokunduğu anda hızlanıyor, karmaşıklaşıyor bi sürü detay. atkının rengini, makyajını sorsan hatırlayamam şimdi. hepsi karıştı o hengamede. gözünün rengini bilirim ama. saçının hangi teli alnının hangi çizgisinden sonra sola, hangi çizgisinden sonra sağa düşmüş bunu bilirim. parmakların kaç tane bilirim. hepsine tek tek baktım içimden selamlar verdim, içimden selamlar aldım. kontrol ettim bütün parmakların yerli yerinde.

o kadar zaman doğru düzgün sevememişim, hepsi koluma bacağıma yapışmış "hayır" diyor "beyefendi bırakmıyoruz". siktirin gidin. bu sefer düpedüz çok başarılı seviyorum. o kahveden kaç yudum aldın sayabilirim sana. salatanda kaç zeytin var bilirim. lokmalarını saydım. ayıpsa da ayıp.

birden yine saatler geçmiş, ne konuştuk ne kadar güldük. akşamüstü olmuş. eyvah. yine durup böyle çok kararsız bir anda "ben" diyemedim. devamını getirmeme de imkan olmadı. kararsız bir saniye olmadı ki, içimden ne geldiyse konuşuyorum. durum çüşüm yok, bütün frenlerim patlamış. az önceki yokuştan aşağı kornalar çala çala feryat figan geliyorum.

akşamüstü olmuş, koluma girmişsin hatta hiç allahın kitabın yok. bütün ışıkları yakmışlar, ulan daha güneş batmamış hayvan herifler? ha siz de mi anladınız benim bu kızı sevdiğimi. güzel, afferim. varsa başka ışık onları da yakın. yetmezse ben hemen şimdi dünyayı yakıyorum, daha da aydınlanır zaten. odunu oluyorum oğlum bu yangının odunu. hey koçum benim yürek meselesi, saçımı bile başka tarafa taramışım var mı daha cesurunuz?

....


üzerinden kaç sene geçti, bak bu yılın da dördüncü ayı bitmiş. üşenmedim sever gibi oldum.  bazen bokunu çıkardım sevdim yine. hiçkimsenin koluna girmedim.

17 Ekim 2013 Perşembe

ayak ucu

oturup sevdiği insanları düşünmek istedi günlerce, her bir anıyı her bir saniyeyi tekrar düşünüp mutlu olmak istedi. artık yeni anılar yaratmaya, devam etmeye hiç gücü kalmamıştı. mutlu olmak için yapabileceği tek şey düşünmekti. mutlu olmak için yapabileceği tek şey mutlu olduğu anları düşünmekti. yargılamadan, suçlamadan ve kendine kızmadan sevdiği herkesle geçirdiği her küçük saniyeyi kafasında tekrar yaşamak istedi.

etrafını saran telefonlardan, bildirimlerden, beğenilerden, yorumlardan, tekrar çalan o telefonlardan, saçma salak sosyalleşme zorunluluklarından, böyle zorunlulukları varmış gibi hissettirilmekten, çok sevdiği ailesinin bile artık bunaltmasından, sürekli gülerken ve kahkahalar atarken ve o kadar da keyifli gibi görünürken bu şimdi şu anda içerde bi yerde uyuduğunu bildiği ve mutlaka bu mutluluğun zahiri olduğunu unutup gerçekten de mutluymuş gibi hissettiği anda uyanacağını bildiği onu korkutan düşüncelerden kaçmak kurtulmak sıyrılmak istedi. kaybolmak istedi. bir deniz kenarında oturmak ve herhangi bir eve herhangi bir bekleyene dönmek mecburiyeti olmadan düşünmek istedi.

oturup günlerce denizi izlemek istedi. bir an için çok mutlu olduğu o eski anlarını gerçekten hatırlayabilirse yani insanlar ona lanet olası bir kaç zaman parçası verirlerse ve o da bu zaman parçalarında düşüncesinin akışını gidişini kendi kendine oradan oraya sıçrayışlarını hiç dikkati dağılmadan izleyebilirse ve izleyip de sonunda gerçekten düşünmek istediği şeyleri düşünüp sadece düşünüp aynı hissi yeniden duyabilirse belki en azından rahat rahat mutluluktan ağlayabilirdi. coşarcasına biraz mutluluktan biraz üzüntülerden biraz sinirinden biraz hiçbir şeyin yaşadığı dünyada oldurulamayışından biraz imkansızlıklardan ve biraz da imkansızlıkların bunca istenmesinden bunca fazla istenmesinden ve istenemedikçe artık karşı konulamaz tutkulara dönüşmesinden biraz bıkmışlığından biraz özlediğinden biraz rahatladığından ağlayabilirdi denize karşı. sevdiği tüm kadınlarla tek tek yeni hayatlar düşünebilirdi. kafasında hiç bitiremediği tüm o hikayeleri tek tek bitirip her hikayesinin sonunda da sevdiklerine bu güzel yaşanmış ömür için sakince teşekkür edip ölebilirdi. tüm hikayeler böyle sakince mutlu mutlu ölüp geberip gitmek için yaşanıyordu işte o da böyle yaşayıp bi şekilde mutlu geberip giderdi. mutlu geberince daha ne isteyebilirdi daha fazlası istenemezdi. sonsuza kadar mutlu yaşanamazdı belki ama onu orada bırakırlarsa belki o denizin kenarında belki o serin havada sonsuza kadar mutlu mutlu geberip defalarca geberip gidebilirdi, gidilebilirdi.

telefon çaldı, istediği maaşı da kabul etmişlerdi. şartların hepsi uygundu. fena olmayan bir maaşı, belli başlı mesai saatleri, pazar günü tatili. hepsi tamamdı.

çok içerde, derin bir uykudaydı henüz o his. uyandırmaktan korktu. uyanmasın diye uyandırmasın diye ayak uçlarına basarak yaşamaya devam etti.

24 Ocak 2013 Perşembe

fight!

bir seyyar kablo ve bir kombinasyon.

toplam 5 adet 220, 2 adet 340 fiş girişi. başında şantiyenin yarısı toplanmış. tesisatçının fişini çekip biri kendi fişini takmış. tesisatçı sövüyor.

"çekenin de, kendi fişini takanın da ta doğurmaya niyetlendiği evladını sikeyim"

çok hızlısın kenan usta.

bağırış çağırış gırla. yok efendim ben çekmedim, vay efendim sen onu çekerken görmedin mi, neymiş efendim onunkisi iki gündür çıkarmadan takılıymış (holy shit!).. işi çözemiyoruz. bize bir tane daha 220 girişi lazım. bulamıyoruz. kimin fişini çeksek? amerikan yarışmalarına benzedik. kim gitsin? en zayıf halkalı taşeron hanginiz ulan?

tam kaosun ortasına duvarcılardan zaim dayı geliyor. elinde elektrikli su ısıtıcısı. türkü yakıyor bi yandan. ısıtıcının fişini de döndüre döndüre yaklaşıyor. "aha" dedim "bir sen eksiksin zaim, gel"

zaim dayı geldi. üçlü prize hallendi. o kadar sinirli adam bir anda kahkahalar attı. ortam yumuşadı. fakat zaim işin vehametini anlamamış olacak ki ısıtıcısına yer açmakta kararlı. "sikerim lan" dedi "çay içecik". ya zaim dayı yapma etme, git ötedeki fişlerden birine tak fişi. yok. anlamıyor. zaim dayı zaten biraz arızalı, iki gün evvel trafoya işerken gördüm ben kendisini. "çarpılacaksın" dedim "işemeyeyim mi?" diye sordu. zaim dayı 63 yaşında fakat elli metre ötedeki tuvalete işemekle çarpılmak arasında seçim yapamıyor. zor zaim dayı. hayat hep böyle zor tercihlerle dolu. her seçiş bir vazgeçiş ve belki bir çarpılış hikayesi değil midir zaim dayı? senin ben algına sıçayım adam gibi.

zaim dayı ısrar etti. elektrikçinin çırağı barış, geçen çarpılmıştı hani, buna "dayı senin allahını ...." diye sövdü. zaim ısıtıcıyı buna fırlattı. barış' ın kalfası bülent zaim' e elektrik tavasının civatasını fırlattı. zaim' in kalfası hasan çelik malayla bülent' e yürüdü.

buraya kadar 2 ekiplik masum bi kavgaydı. başlıyoruz.

duvarcı hasan' ın memleketten hemşosu fayansçı mehmet bülent' e girdi. bülent' in antalya liman şantiyesinden kankası zemin betoncu erdoğan mehmet' e daldı. hasan erdoğan' ı yakaladı dövdü. hasan' ın ekip komple elektrik grubuna daldı. mekanikçilerden zafer usta elektrikçilerden rıdvan' ın bacanağıymış, mekanik grup olduğu gibi duvarcılara saldırdı. fayansçılar duvarcılarla birleşti mekanikçilere karşı koydular.

tam bu sırada alçıpancılar adeta miğferdibine yardıma gelen elfler gibi hazır kıta gelip mekanikçilere daldı. onların kimle neyle bağlantısı olduğunu henüz çözemedim.

idari binadan mermerciler alçıpancılara girdi. onların zaten daha önceden tartışması vardı. bahane oldu.

ben az önce rakip takımdan bir kalfaya çim bordürü fırlatan kalfa gördüm.

tanrım sen bizi koru.

kendinize dikkat edin.

zaim dayı sen de içme o çayının amına koyim içme!!

17 Ocak 2013 Perşembe

öyle

"elele gittiğimiz bu yolda
sen gitgide büyürsen,
benim içimde çok beklemiş
çok eski bir yer kanar..."

-turgut uyar

12 Ocak 2013 Cumartesi

yağmur

çok da karmaşık sayılmazdı aslında. biraz içti kahveden, biraz köşedeki boş banka baktı. boş banklarda cevaplar olmuyordu genelde ama o yine de baktı. uzun uzun. dolu kültablalarının da bugüne kadar herhangi bi soruyu cevapladığı görülmemişti, ona da baktı.

sanki dünyadaki hiçbir koltuk, hiçbir sandalye o hesaba katılarak yapılmamıştı. ya tam sığamıyordu, ya iki boy küçük kalıp kayboluyordu koltuklarda. neden böyle her şeye uyumsuzdu ki? kültablası buna da cevap vermedi. biraz daha içti kahveden.

düşünmeden yapsa, altı üstü milyonlarca aptal gibi yaptığı hata yüzünden pişmanlık çeken aptalın teki olup sıyrılacaktı işin içinden. pişmanlık çok kolaydı çünkü. pişman olunca oturup içiyordun, daha fazla pişman olacağın şeyler söyleyip onu da unutmak için bu sefer büsbütün içiyordun. yeterince pişman olacak kadar zırvaladığında pişman ve sarhoş bir aptal olup mutlu mutlu devam ediyordun. devam edebiliyordun.

isteyerek yapmıştı. pişman olamıyordu. pişman olunamıyordu. en başından beri bu allahın belası sandalyede oturup ağlayacağını bile bile yine de yapmıştı işte. insan işin sonunda o sandalyede otururken kendinden özür dileyemiyordu. "kusura bakma ben, benim ağzıma sıçıverdim bilerek" denir miydi? kültablası suskunluğunu korudu. bank hala aynı banktı. çakmak sanki bin yıldır o masa örtüsünün desenine paralel duruyordu, durmaya devam etti.

bağırmak, hiç önünde durulamayacak kadar şiddetli bir bağırmak isteği geldi oturdu boğazına. bağırmadı.

kendini bi bok çukurunun içinde düşünmek istedi. bok çukuruna düştükten sonra çıksan bile artık bok çukuruna hiç düşmemiş olamıyordun çünkü. çıkıp temizlenmen, arınman hiçbi şeyi değiştirmiyordu. o yüzden bazen ona aslında hiç çıkmamak, çıkamamak daha iyi gibi geliyordu.

seni aynı çukura, o çukurdan çıkaran el itecekse o zaman çıkmanın neresi güzeldi ki? biraz daha içti kahveden.

bi çakmak çakıp kendi içindeki o merak ettiği karanlıklara tutası geldi. kimdi o? mutsuz olabilirdi, herkes mutsuz olabilirdi peki ama bu hep mutsuz olacağına olan inancı nasıl böyle yekpare bir kaya gibi gelip içinde yer etmişti?

bi sigara daha yaktı. bu sondu. balkondan dışarıya, bomboş ve en ufak estetikten yoksun sokaklarına uzun uzun baktı. düşünmedi, sormadı, cevap vermedi, acımadı. sokağa baktı.

yarın hiçbir şey güzel olmayacaktı, oysa ki o dünden beri güzeldi zaten.

sessizlik bitti, kıpırtısızlık bitti. yağmur başladı.