31 Aralık 2012 Pazartesi

rakamlarla 2012

merhaba çocuklar.

bir yılı daha goygoydu, harala huralaydı bitirdik la keratalar. oturdum, bu yılın panaromasını çıkardım. bakalım yılın en'leri falan neymiş? rakamlar bize ne demiş? sonuçlar şöyle:

- 2012 boyunca 4 şantiye gezdik
- yaklaşık 9000 metreküp beton dökdük
- toplamda 310 gün kadar çalıştık, 55 gün yatış. bildiğin ense
- iki defa askere "gidemedik" ?
- tam 14 başarısız istifa girişim...imiz oldu
- 3 defa zam istedik, 1 defa maaşta indirim aldık ??
- 14 blog, 180 facebook iletisi, 850 entry, 6200 tweet yazdık
- hiç sevgilimiz olmadı (sosyal medyayı yanlış kullandık!!!)
- 15'in üzerinde zurna gibi sarhoşluğumuz var
- ehliyeti kaptırdık
- hiç kaza yapmadık, taksimde aynasını alıp kaçtığımız taksi hariç
- 14 kilo verdik (nerden verdik bilmiyorum, göbek duruyor)
- hala spora başlayamadık ve sigarayı da bırakamadık
- pokerden 1 sefere mahsus voli vurduk, parayı afiyetle yedik
- annemin bulduğu tam 6 kısmeti başarıyla savuşturduk
- 4 profil fotosu kıstırdık, 76 like topladık
- sevdik, sevilmedik
- seveni? sevemedik.
- canımızdan böyle bezdik amaaan (ciddiyeti külliyen kaybettik)

devamını okumak için tıklayınız.

tıklayanların yeni yılını en içten dileklerimle kutlarım. özellikle sizi çok seviyorum.

mutlu seneler!
hüs, 2012.

21 Aralık 2012 Cuma

tekno gerdek

hey allahım düşünüyorum da ben maymundan gelmemişim, bildiğin hala maymunmuşum lan ilk bilgisayarımın karşısındayken. ölsem unutamam o anıyı, o şaşkınlığı.

baba, sen gerçekten çok çılgın bi köftecisin dostum. neden böyle acaip bi organizasyon yaptın ha? doğum günümdü. sokaktan geldim zannedersin top oynamaya çıkmamışım da sanayi sitesinde çıraklık yapmışım, leşten öteyim. "annem" diyorum "ağzıma sıçacak yine". asansörde herşeye boşverip aynaya poz veriyorum dördüncü sıradan süper kahraman aday adayı olarak, çıkarken osurup kapıyı da sıkıca kapatıyorum. benden sonra asansöre bineceklere her zaman böyle şirin sürprizler yapmayı sevmişimdir.

annem açıyor kapıyı. hayırdır lan bu kadın delirdi mi yoksa sonunda? beni bu halde görüp enseden kedi yavrusu gibi yakalayıp ayaklarımı yere değdirmeden banyoya götürmüyor, tatlı tatlı gülümsüyorsa bu işten ben kıllanırım arkadaş. anneme kaş göz yapıyorum "ne var la ne gülüyon?" der gibisinden. aklıma da gelmiyor ki doğum günümdür, sürpriz parti falan peheey. başarılı öğrenci desen, değilim. uslu çocuk desen, hahah :) . "oğlum" diyor "gel bak içeri baban salonda". işte bu kötü haber bebeğim. esnaf çocukları bilir ki esnaf adam gündüz gözüyle ev sınırları içindeyse olağanüstü hal var demektir. genelde dayakla sonuçlanır böyle şeyler. hızlıca düşünüyorum, "hassiktir acaba okuldan mı şikayet ettiler?" diye. babamı gündüz vakti dükkandan eve getirebilecek ne yapmış olabilirdim ki? kafamda deli sorular..

o kadar kirliyken ve babamı gündüz vakti eve getirebilecek kadar önemli bi durum varken annem beni nasıl salona davet eder? kesin sıçtım. paytak adımlarla yavaş yavaş yanaştım salona doğru. buzlu camın arkasından babam adeta bi ejderha gibi görünüyodu. hayal gücüm mü kuvvetliydi yoksa babamgiller targaryen soyundan mı geliyordu? mümkün değil. bildiğim kadarıyla targaryenler afyon' da hiçbir krallık kurmamıştı. afyon' da binlerce yıldır ejderha görülmemişti dostum. salon kapısını açtık. deliricem amına koyim babam da gülümsüyor. "cankuş" dedi "bak bakalım beğenecek misin?". özellikle bu "cankuş" kelimesi çok önemli. babam eğer keyfi yerindeyse mutlaka bana böyle seslenirdi. bunu bilecek kadar dayak yemiştim adamdan. pavlovun köpeği gibiydim artık. çavuş var-dayak yok. çavuş yok-hayatımı sikicek. çavuş olduğuna göre sıkıntı yok demekti. kapıdan içeri girdim, eliyle işaret ettiği yerde ne olduğunu görebilmek için. allahım ben bi o gün böyle heyecanlandım, bi de daha sonraları altı yıl platonik aşık olduğum kızı ilk gördüğüm an böyle heyecanlanmıştım. salonun köşesinde, balkona açılan kapının yanındaydı. kahverengi iki bölmeli bi masanın üzerindeydi. baya bildiğin bilgisayardı lan bu. bana mı almışlardı? babam bana bilgisayar mı almıştı? adamın üzerine bir kamikazi olarak uçtum. gençtim. şimdiki gibi götlü göbekli doksan beş kiloluk hımbıl halimden eser yoktu. toplasan kırk kilo ya vardım ya yoktum. uçabilmeye fiziksel olarak müsait olmamın yanında zihinsel olarak da yeteri kadar gerizekalıydım. "baba" dedim "sağol yaaaa". başka bişey söyleyemedim. bazı anlatıcılar (annem, babam) hikayenin bu kısmında sevinç gözyaşlarından bahsederler. kimi kaynaklarda gözüme bişey kaçtığı söylenir. neyse.

sanırım üç veya dört saat kadar bilgisayar kapalı haldeyken karşısında oturdum. işte maymun olduğuma inancım buraya denk gelir. açamıyorum bilgisayarı. yarın kurmaya abiler gelecekmiş. beklemeliymişim. böyle bir ızdırap, böyle bir işkence olabilir mi? gerdek gecesinde sarılıp uyur mu insan? uyumaz. klavyenin ustalıkla yuvarlatılmış köşelerini okşuyorum. monitörün üzerine konan tozların ne anası kalıyor ne avradı. annem dantel koymuş zaten üzerine. götüm yemiyor danteli de kaldıramıyorum. dantel de sanki müstakbel bilgisayarımın duvağı gibi geliyor gözüme bazı bazı. hoşuma da gidiyor içten içe. tek tek kabloları inceliyorum. ne biçim ne acaip girişler çıkışlar onlar öyle yarabbim. heyecandan ben ölmeyeyim kimler ölsün be?

böyle yarime dokunamadan geçti gitti saatler. bir sefer, yalnızca bir sefer tüm cesaretimi topladım. klavyenin üzerinde sağ elimin işaret parmağını en soldaki harften başlayıp en sağdaki harfe doğru piyano çalıyormuşçasına savurdum nazikçe. trrrrrrtttt diye bi ses çıktı ki, ne güzel bi sestir. ahengine kurban olduğum. hala ilk günkü gibi tazedir içimde o ses.

ertesi gün her güzel şeyin bi sonu olduğunu anladım. bilgisayarı kurmaya geldiler. fişi taktılar, "power" tuşuna bastılar. anlamadığım şeyler oluyordu monitörde. aynı matrix gibi ama siyah beyaz tabi, yeşil değil. rakamlar uçuşuyor, ekran değişiyor, kalbim göğüs kafesimin ırzına geçiyor. bir anda bozuluyor büyü. "allah allah" diyor tanımadığım abi. ne demek şimdi bu? bi problem mi var yoksa? bana dönüyor. "sen hiç açtın mı dün akşam bilgisayarı?" diyor. "yooo açmadım hiç." diyorum aval aval. "hayret, bi problem var heralde açılmıyo bilgisayar. ben bi götürüp bizim dükkanda bakayım buna." cümlesini güç bela duyuyorum. kelimeler kafamın içinde uğulduyor. "ya burda bakıver işte götürme şimdi taaa dükkana kadar" diyorum, az çakal değilim. yemiyor ibne. gülüyor bi de bana. bütün manevralarım sonuçsuz kalıyor.

ilk bilgisayarımı, gözümün nurunu, yaşama sevincimi alıp götürüyolar. daha ben bir kere bile açamadan. /dir yazıp içindekilere hayran hayran bakamadan, bi kerecik  "dev" veya  "prince" oynayamadan koparıyolar onu benden.

allahım, anne ve babama o bilgisayar geri gelene kadar durmaksızın ağlayan oğullarına dayanma gücü/sabrı bahşettiğin için harbiden çok teşekkür ederim.
çok az hasarla atlattım o dönemi. büyük kıyak oldu gerçekten.

sevgiler
hüs.

19 Aralık 2012 Çarşamba

sen diye biri olsa

16:55

yan masadaki arkadaşa geldi telefon. "ne? nerde?" diye bağırıp beni duymadan fırladı dışarı. ben peşinden.

hava kararmış. tüm gün yağan yağmurdan her yer çamur. yere, çamura uzatmışlar barış' ı. "ölme!" diye bağırıyorlar. elektriğe tutulmuş. ellerini toprağa gömüyorlar. barış zangır zangır titriyor. bi şok dalgası orada kim varsa herkesi vuruyor.

celal bayar üniversitesi hastahanesi, acil servise gidiyoruz arabayla. yolda ambulans bizi karşılıyor. barış titreyerek ambulansa nakledilirken kalp masajı yapılıyor. barış titriyor.

karanlık. yağmur yağıyor.

hastahaneye ulaşıyoruz. orada soruyorum. ancak orada sorabiliyorum. "hayati tehlikeyi atlattı, gözetimde tutacağız" diyorlar.

18:45

- adın?
- hüseyin
- soyadın?
- ünal
- doğum tarihin? gün, ay, yıl?
- yirmisekiz ağustos, bindokuzyüzseksenaltı
- ağustos hangi ay oluyodu?
- sekizinci.
- görevin nedir senin bu iş yerinde hüseyin?
- şantiye şefleriyim.
- durumu nasıl şimdi?
- hayati tehlikesi yok, gözetim altında tutacaklarmış 72 saat.
- tamam, savcıyı da arayayım ben şimdi.
- peki.
.
.
.
- hüseyin ifadeni oku, buraları imzala abicim.
- tamam. şurayı mı?
- orayı, evet.
- tamam.
- geçmiş olsun tekrar.
- sağolun. iyi akşamlar.


yalnızlığın bu tarafını hiç sevemiyorum zaten. tam o karakolun kapısından çıktığında marşa basıp yanına gidebileceğin kimsen olmuyor. hiç konuşmadan bir saat sürüyosun. odana girip atıyosun kendini yatağa bok çuvalı gibi.

o zaman birini yaratalım.

"sen" diye biri olsa. afaki biri. kafamda kuruyorum bunları. yanına gitsem. şu bok gibi geçen günün üstüne benim kimseyle konuşmak istemediğimi bilsen, susmayı çok sevdiğimi bilsen. ne bileyim ellerinle saçlarımı tarasan. ben şöyle omzuna şu durmadan ağrıyan başımı koysam. bi avucun yüzümde bi avucun avuçlarımda dursun öyle. şakaklarımı öpersin arada bir. insan bu kadar sıradan bi sevgiyi bile özler mi? özledim ben.

barış çamurun içinde titrerken, barış acil servisin kapısından girerken farketmediler gözlerimin buğulandığını. sen farket. sen bil. biri bilsin. her şeyi, her şeyimi tek başıma bilmekten nefret ediyorum. sen bil.

yanına gideceğim bi "sen" olmayınca kopuk uçurtma gibi saatlerce sürdüm eve girmemek için.


00:10

"sen" diye biri olsa. şimdi şu balkonda bi kahve içsek bi sigara yaksak yanına. "çok bunaldın bu ay,  üst üste geldi hep. pazar günü bi yerlere kaçalım gidelim. değişiklik olsun, kafan dağılır azıcık" dese. "gidelim" desem.

"sen" diye biri olsa. serinliklerde yüzüne baksam, gözlerine.


başım dönüyor çok.

17 Kasım 2012 Cumartesi

dayak


hikayemizin adı: çocukluğum ve son dayak. şiddetini bol koydum, seversiniz umarım.küçüklüğümde bende kendini dışa vurum problemi varmış. ben bi türlü anlatmak istediğini anlatamazmışım. bu bende tutukluk yapmış zamanla.baktım ki isyanımı, sıkıntımı konuşarak ifade edemiyorum.. bambaşka bir yol seçip babamın gardolabına sıçmayı tercih etmişim. dışa vurumsa dışa vurumun allahı benim yaptığım aslında fakat toplumu bilmem de babam buna hiç hazır değilmiş o yıllarda. evde process şu şekilde: ben bi şeye üzülünce falan babamın takım elbiselerini koyduğu dolaba sıçıyorum babam da benim ağzıma sıçıyor. inanılmaz sağlıklı ve temiz bir döngü. fakat beklenmedik bir yan etki oluyor ve ben genç yaşımda dayak bağımlısı oluyorum. şaka değil bu. artık sırf ibnelik olsun diye de gidip günün müsait saatlerinde babamın dolabına sıçmaya başlıyorum. canım bildiğin dayak istiyor. bi süre sonra dayak babamın da hoşuna gitmeye başlıyor. sıçsam da sıçmasam da akşam sporu olarak düzenli dayak yemeye başlıyorum. mutluyuz.

process evrim geçiriyor. babam eve geliyor. ben "hoşgeldin" diyorum. "hoşbulduk" diyor. üstünü değiştirip beni dövüyor. ben iyi geceler dileyerek gidip uyuyorum. ağlamak gülmek falan yok. hislerimizden arınmışız. dayak var ve bu bizim tek gerçeğimiz. yaklaşık üç yıl böyle geçiyor. biz olayı çeşitlendirip evde her gece iki su bardağı kırmaya da başlıyoruz. sadece iki. rutinimiz böyle. bu durum genç annemin psikolojisini bembeyaz yapıyor içten içe. doğurduğun çocuk "beni dövün lütfen yalvarırım beni dövün" dese ? değil mi? kadın belli bir müddet dayanıp bu renkli dünyamıza küçücük bir adım atıyor. ayağına sıçayım anne. önce tokat, şaplak falan derken....annem bir müddet sonra eşşeğin amıyla suyu buluşturuyor. merdaneler, oklavalar, tavalar, maşrapalar falan derken ev cehenneme dönüyor.

ödevlerimi yapmıyorum, şahane bir dayak yiyorum. arkasından ödevimi yapıyorum bu sefer de "baştan neden yapmadın?" dayağı geliyor. ben mi dayak yeme konusunda uzmanlaşıyorum yoksa annem mi dövmeye dövmelere doyamıyor onu kestiremedik.fakat 1993 sularında annemin triger kayışı sizlere ömür. kendisi %100 kontrolden çıktı. fakat ben de kontrolden çıkmıştım. duramıyorduk. beni tam randımanla dövmediği için anneannem ve annemi aynı potada dövüşüm bu yıla rastlar.

gel zaman git zaman biz bir misafirliğe gidiyoruz. artık ben junkie dedikleri kıvamdayım. tanıdık tanımadık kim varsa dayağını yiyorum. mahallede kocasıyla kavga eden kadınlar, sevgilisinden ayrılan gençler falan eve tur düzenleyip bana dalıyorlar. ücretsiz hem. işte bu misafirlikte ne yaparsam maksimum dayağı minimum zamanda yerim de böreğe keke falan zaman kalır diye düşünmeye başlıyorum. küçük bir kız çocuğunu gözüme kestiriyorum. önce bakır bir otobüsü kafasına geçirip akabinde yanağını ısırarak komboyu tamamlıyorum. kız arkadaşı müsait bir odada perte ayırıyorlar ve sıra bana geliyor. hemen görüşme odasına gidiyorum tıpış tıpış. tanıdık senaryo. annem geliyor gayet sinirli. güzel. yanında kızın annesi de var. oooo muhteşem bir dayak kokusu tüm odayı kaplıyor.

abi beni bir dövdüler, orasını anlatmamın mümkünatı yok. saniyesi boş geçmedi dayağın. %100 verim aldık, hala takdir ederim. klasiktir. fakat dayak bittiğinde annem bu çalışmayı süslemek istiyor. beni yerden kaldırıp tuttuğu gibi olanca gücüyle koltuğa fırlatıyor. o dayağın üstüne ben yerçekimden arınınca sanırım tamamen bu etten kemikten bedenden arındığımı falan zannediyorum. mükemmel bir iniş gerçekleştirdiğim koltuktan aynı salisede geri fırlayıp anneme koşturuyorum. "anneeee çok süper oldu hadi bi daha" diyorum. ölüp gitsem, yanımızdaki kadının o afallayışı ve annemin göz damarının çaresizlikten titreyişini asla unutamam.

annemde bu olayı takiben sinir hastalığı baş gösteriyor. iki yıl kadar %40 üşütük geziyor. fakat bir daha asla tek fiske yemiyorum. balkondan kusuyorum, dört beş tepsi domates salçasının üstünde gezinip yuvarlanıyorum.. yok.. dokunmuyorlar. babamın çoktandır sıçmadığım takım elbiselerine yeniden "merhaba" diyorum. yok. habire nasihat.artık dayak yiyebilmek için kendi limitlerimi zorlamaya başlıyorum. evin muhtelif köşelerinde titreme nöbetleri geliyor. o dayaği yemeliyim! final akşamı babam eve geliyor. ben karşısına dikilip "baba allah aşkına yalvarırım iki tokat at" diyorum. babam gülüyor. koduğumun ters psikolojisi benim ağzıma sıçıyor. bitiriyor beni. çareyi anneannemde arıyorum. anneannem ve o muhteşem oklavaları dostum... mmmm işte bunu seviyorum! fakat anneannem de elini sürmeyince ben artık kontrolü tamamen kaybediyorum. anneanneme yarım kilo kadar ceviz fırlatıyorum.

babam akşam eve geliyor. durumu öğreniyor. gayet sakin hala. inanılır gibi değil arkadaş. karşısına alıyor beni. konuşuyor.
"evladım zehir ettin bize dünyayı ne istiyorsun? ne sıkıntın derdin var senin oğlum nolur söyle bize" diyor. "baba beni nolur bi kerecik dövün" diyorum. "bi kere döversem uslanacak mısın?" diye soruyor. karşılıklı sözler veriliyor.

abi onca yıl artık nasıl bir birikmişlik varsa babam tüm gücünü uzak doğu sporları ve esnaflığı sentezleyip öyle bir topluyor ki sağ elinde
tek tokatta hem babam hem ben nirvanaya ulaşıyoruz. o kadar canım acıyor ki yiğitliğin falan ağzına sıçarım köpek gibi ağlıyorum. babam da tutamıyor kendini o da başlıyor ağlamaya. bir daha bana asla elini sürmüyor. ben de tek bir sefer bile dayak istemiyorum.
ailemiz bu son dayak ayiniyle normale dönüyor. tek tokatta bütün dertlerimizden arınıyoruz. hikayenin ana fikri, annenizi babanızı çok üzmeyin. özellikle babanız askerliği komando olarak yapmışsa sakın bak. aman diyorum.

iyi geceler. hoşçakalın çocuklar.

19 Nisan 2012 Perşembe

rıdvan

çok ince ve buruşuktu parmakları. yüzü buruşuktu. yavaş yürürdü, yolun tadını çıkarır gibi. hep aynı, hiç değişmezdi karşılaşmamız. o eve dönerken, ben dışarı çıkarken. uzaktan beni görünce olduğu yerde durur, bana bakardı. beni tam olarak görene kadar gözleri kısık, öyle bana bakardı. hep aynı şeyi söylerdi, hep aynı cevabı verirdim.

- daha uzayacan mı?
- uzamayayım mı?

her pazar akşamı beraber rakı içerdik. rakıyı biraz ince yapınca kızardı. 'doğru düzgün doldur' deyip gülerdi. futboldan başka hiçbir şey konuşamazdınız onunla. bir görecektiniz. sanki dünyada futbol topundan başka hiçbi şey yoktu. öyle severdi futbolu.

23:30'du saat. telefon çaldı. telefon açılmadan anladım. olduğum yerde ayakta dikildim. gözümü kırpmadan.

- alo? efendim? anne.. yapma..

olduğum yere bi bok çuvalı gibi çöktüm. sonraki günler? sonraki günler diye bi şey yok. sonraki günler artık alıştığın, bildiğin şekilde bi yaşamak yok. sonraki günler artık sadece gidenleri uğurlamaya, bazı şeylere engel olamamaya alışmaktan ibaret.

bugün ölüm yıldönümün değil. sen gideli çok oluyor. sigara içiyodum, aklıma geldin. biliyo musun sigaranın külünü aynı senin yaptığın gibi küllüğün içinde çevirerek döküyorum. nerdeyse her sigara içişimde sen hep aklımdasın.

hurilerin amına koyayım, öbür tarafa geldiğimde oturalım yine cruyff' tan bahset bana. pele' yi anlat. uruguay nasıl da almıştı o dünya kupasını, onu bi daha anlat. alsancak stadında maç izlemek için kaç kilometre yürüdüğünü, stada nasıl tırmanıp maçı bedavaya getirdiğini anlat.

sigara içmedim senin yanında ama orda varsa bi sigaranı içerim.

bana bi 'hadi allahaısmarladık' demeden gitmek ne demekmiş, onu da soracağım sana dede.